Her kapı yeni bir dünyaya açılır, derler. Ne var ki, bu kez açtığımız kapı koca bir evrene açıldı; arıların ve arıcıların evrenine… Ve tutkunu olduk! Kazdağları’nda yürüttüğümüz SGP projesinin adı gibi: ’Arıcılık İyidir, Ama Tutkun Olursan!’
Bitirdiğimiz, bir önceki SGP Projesinin Sunum Konuşması şöyle başlıyordu;
‘Çam Balımız Yokolmasın!’ projesi, bu tür her projede olduğu gibi, ‘sonradan çok daha büyük bir projenin ilk adımı olduğu anlaşılan’ basit bir soru ile başladı: Acaba çambalı nasıl oluyor, bu ‘basra böceği’ ne menem bir şeydir? Ve arıyla, arıcıyla, arıcılıkla ne alakası vardır?
Ve şöyle devam ediyordu…
‘Satoyama’, insanın içinde yaşadığı doğal çevreyle kurduğu dolaysız, uyumlu, sürdürülebilir, çok yönlü ve karmaşık ilişki sonucu oluşan yerel ekonomileri ve toplulukları tanımlamak için kullanılan Japonca bir sözcük. Tıpkı, yine Japonya’da ‘satoumi’, Filipinlerde ‘muyong’, Endonezya ve Malezya’da ‘kebun’, Korede ‘mauel’, İspanyada ‘dehesa’, Fransada ‘terroir’ ve belki Türkiye’de ‘köylülük?’ gibi. Japonca’da ‘sato’ köyü, ‘yama’ ise o köyün yöresine özgü, köyü çevreleyen orman, otlak, dağ ya da tarlaları, ‘satoyama’ ise bu ikisinin oluşturduğu yapıyı ifade ediyormuş. Çevre denizelse, ‘satoumi’ oluyor. Buradaki anahtar sözcük ise ‘uyum’ olmalı. Ne yazık ki, çoktandır unuttuğumuz bir kavram. Bu kavram, 19 Ekim 2010’da başlayan ‘doğayla uyum içinde bir toplum’ için Satoyama İnsiyatifi’nin temel kavramı olmuş.
Kapanış Konuşması ise şöyle bitiyordu;
Tapınaklarımızın duvarlarına ‘ölçü’, ‘uyum’, ‘sukunet’ ve ‘erdem’ yazmayı bırakalı çok oldu. Artık; hırsın, kavganın, aşırının, rekabetin ve açgözlülüğün peşinde koşuyoruz. İşin en hazin yanı ise, evrimin en son ve bizzat evrimi anlama kapasitesine sahip en üstün ürünü saydığımız insan beynini ve bu kapasitesinin ifadesi olan bilimi buna alet etmemiz. Bu aşamaya nasıl geldik, ‘doğayla uyumu’ nasıl ‘doğaya karşı savaşa’ dönüştürdük, bilimi bu savaşı kazanmamız için gerekli gördüğümüz araçları üretmek için kullanmaya başladık; bu üzerinde kafa yormamız ve yanıt bulmamız gereken temel soru.
Sonuçta, projenin başında da dediğimiz gibi; doğa uzun bir süreçte kendi dengesini kurmuş, arı da bu dengeyle uyum içinde kendi yolunu izliyor. Biz, insanoğlu; sonsuz sayıda parçanın yan yana geldiği, iç içe geçtiği, her daim kendiliğinden bozulan ve yeniden kurulan bu düzene müdahale ettiğimiz her seferinde, bu kaotik düzeni her hizaya sokma girişimimizde hüsrana uğruyoruz ve uğramaya devam edeceğiz.
Unutmayalım ki, bu düzen biz olmadan varlığını sürdürebilir, ama ne yazık ki, biz bu düzen olmadan var olamayız. Kendimizi bu bütünün bir parçası olarak görmedikçe, tam tersine kurduğumuz ‘uygarlığı’ doğanın dışında ve üstünde gördükçe başarmamız olası görünmüyor. Doğadaki bütünlüğü bozmaktan vaz geçmek bir yana, doğayı ‘koruma’ ve ‘kurtarma’ misyonu altında gizlediğimiz bu kibirden de kurtulmalıyız. Doğanın bizim tarafımızdan korunmasının ve kurtarılmasının gerekmeyeceği bir gelecek umuduyla…
Unuttuğumuz bu en temel gerçeği tüm proje sürecinde arılar bize her gün tekrar tekrar gösterdi; uyumun, dinginliğin ve sabrın erdemini… Kovanı her açışımızda, huzurlarını her kaçırışımızda bize bunu hatırlattılar; soktular!.. Ta ki, biz sakin ve sabırlı olmayı, onlarla birlikte uyum içinde hareket etmeyi öğreninceye kadar.
Sonra, arıların bu huzuru nasıl sağladıklarını öğrendik: Kovan içindeki hemen tüm arılar her gün ana arıya ve birbirlerine mutlaka dokunuyorlar, feromon alış verişinde bulunuyorlar, birbirlerini kokluyorlar ve birbirlerinden haberdar oluyorlar. Sonra, ayaklarındaki titreşim almaçlarıyla petekler üzerinden ilettikleri, aktardıkları kovanın ‘huzur frekansı’nı algılıyorlar. Bu iki bilgi kovan için yaşamsal değerde, ‘her şey yolunda’ mesajı aktarılıyorsa kovan varlığını huzur içinde sürdürüyor.
Aslında elbette sadece bir kolonideki arılar değil, bütünlüğü içinde tüm doğa, doğadaki her şey birbirine ‘dokunuyor’. Doğadan ve birbirimizden dokunamayacak kadar uzaklaştık. Doğanın kendi içindeki bütünlüğünü de bozduk.
‘Doğayı korumak ve kurtarmak’ adına yürüttüğümüz bütün projelerin, son noktada insanlık için, insan için, kendimiz için, bizi birbirimize dokunabilecek kadar yakınlaştırmak için olduğunu düşünüyoruz. Bu projeleri doğayı, uyumunu ve bütünlüğünü anlamak ve bunu bizi tekrar birleştirecek bir fırsat olarak değerlendirmeliyiz. Çok uzun bir zaman geçmedi; daha iki yüzyıl öncesine kadar nasıl küçük topluluklar halinde yaşadığımızı hatırlayın. Ve hala bu şekilde yaşamayı sürdüren topluluklar olduğunu… Lütfen birbirimize dokunalım, her ne yolla olursa olsun, bir araya gelelim, birlikte eyleyelim, muhabbet edelim, kendimizi ve birbirimizi yeniden tanıyalım ve yaşamı yeniden üretelim. Yeniden birer topluluk olalım. Gerçekten “aynı” kovandaysak, gelin “kolonimizi” birlikte yönetelim.